NUMARALI
HADİS-İ ŞERİF:
حَدَّثَنَا
أَحْمَدُ
بْنُ عَمْرِو
بْنِ السَّرْحِ
حَدَّثَنَا
ابْنُ وَهْبٍ
عَنْ بَكْرِ
بْنِ مُضَرَ
عَنْ ابْنِ
الْهَادِ
عَنْ عَبْدِ
اللَّهِ بْنِ
دِينَارٍ
عَنْ عَبْدِ اللَّهِ
بْنِ عُمَرَ
أَنَّ
رَسُولَ
اللَّهِ قَالَ
مَا رَأَيْتُ
مِنْ
نَاقِصَاتِ
عَقْلٍ وَلَا
دِينٍ
أَغْلَبَ
لِذِي لُبٍّ
مِنْكُنَّ
قَالَتْ
وَمَا
نُقْصَانُ
الْعَقْلِ وَالدِّينِ
قَالَ أَمَّا
نُقْصَانُ
الْعَقْلِ
فَشَهَادَةُ
امْرَأَتَيْنِ
شَهَادَةُ
رَجُلٍ وَأَمَّا
نُقْصَانُ
الدِّينِ
فَإِنَّ
إِحْدَاكُنَّ
تُفْطِرُ
رَمَضَانَ
وَتُقِيمُ
أَيَّامًا
لَا تُصَلِّي
Abdullah b. Ömer'den (rivayet
edildiğine göre)
Rasûlullah (s.a.v.)
kadınlara hitaben): "Dini ve aklı noksan olup akıllı bir erkeğe sizden
daha çok galebe çalan görmedim" buyurmuş, (orada bulunan kadınlardan
biri):
"Ey Alah'ın rasulü,
akıl ve din noksanlığı ne demektir?" demiş, (Hz. Nebi de):
"Akıl noksanlığı
iki kadın'ın şahidliği (nin) bir erkeğin şalıidliği (ne denk sayılması) dır.
Din noksanlığı ise birinizin (hayızlı ve nifaslı iken) ramazanda oruç yemesi ve
(o) günleri namazsız geçirmesidir" demiş.
İzah:
Buhari, hayz; zekat;
Müslim, iman: Tirmizî. iman; İbn Mace, filen; Ahmed b. Hanbel. 11,67.
Akıl: Lugatta
ahmaklığın zıddıdır. Asmaî'ye göre masdar bir kelimedir. İbn Düreyd,
"IkaF'den türemiş olduğunu söylüyor. Ikal devenin bacağını bağladıkları
iptir. Bu ip deveyi nasıl zapt ederse akıl da insanı cehaletten öylece koruduğu
için ona bu isim verilmiştir.... Aklın "hilm, hıcr, lübb, maht ve zihn
gibi bir çok müteradifleri vardır. Aklın yeri bazılarına göre dimağdır. İmam-ı
Ebu Hanife (r.a.)'nin görüşü de budur. İmam-ı Şafii ile diğer bazı alimlere
göre ise aklın yeri kalptir. Bazıları da "Aklın yeri dimağdır. Ancak onu
kalp tedbir eder" demişlerdir. Bundan dolayıdır ki "Akıl bir cevherdir.
Allah onu dimağda yaratmış, nurunu kalbe vermiştir. Onun sayesinde muğayyebât
vasıta ile, mahsusât ise müşahede suretiyle anlaşılır" denilmiştir.
Kadınların akıllarının
noksanlığını açıklarken İmam-ı Nevevi şöyle diyor: "Rasûlullah (s.a.v.)'in
namaz ve orucu terkettikleri için kadınları din noksanlığı ile vasıflandırması,
müşkil görünüyorsa da aslında bu müşkil bir mesele değildir. Çünkü din iman ve
İslam kelimeleri aynı manada müşterektir. Kimin ibadeti çok olursa din ve imanı
da artar, ibadeti noksan olanın dini de noksanlaşir."
Fakat Buharı sarihi
Bedrüddin Aynî, İmam-ı NevevPnin bu sözüne itiraz etmiş ve;
"Bu üç şeyin,
manada müşterek olduğu iddasi müsellem değildir. Çünkü aralarında lügaten ve
şer'an fark vardır. îman arttı veya azaldı, demek imanın zatına değil sıfatına
racidir" demiştir.
Akıl ve din noksanlığı
bu hadiste bütün kadınlara şamil görünüyor, Halbuki Hz. Nebi diğer bir
hadisinde "Cihan kadınlarının dört tanesi sana kafidir. (Bunların kadın
oluşu, bütün hanımlara şeref olarak yeter). Meryem bint İmran, Firavun'un
karısı Âsiye, Hatice bint Huveylid, Fatıma bint Muhammed"[Ahmed b. Hanbel.
III. 135.] buyurarak sözü geçen hanımların akıl ve dinlerinin kemaline işaret
etmiştir.
Bazıları bu iki hadisin
arasını bulmak için: "Umum ifade eden 'kadınlar' sözünden bazı ferdier
hariç kalmıştır. Çünkü bunlar azdır" demişlerdir. Badrüddin Aynî (r.a.)
bu cevabı beğenmemiş ve cüz'üne "Bu hususta doğru cevap şudur: Bireyin
bütününe hükmetmek, onun her ferdine hükmetmek anlamına gelmez." demiştir.
İmanı-i Nevevi dinde
noksanlığın yalnız günah icabeden şekle münhasır kalmadığını beyanla şunları
söylemiştir:
"Din noksanlığı
bazen günah icab edecek şekilde olur. Özürsüz namazı terk etmek gibi. Bazan
günah icabetmeyecek şekilde olur. Bir özürden dolayı cuma namazını terketmek
gibi. Bazan da mükellef iken olur. Ha-yizlı kadının, namaz ve orucu terketmesi
gibi. Fakat bu kadın mazur olduğuna göre acaba hayız namazında kazasız olarak
terkettiği namazlardan kendisine sevab verilir mi? Nitekim hastaya sevab
verilir ve sağlamken kıldığı nafile namazlar, hastalığında da kılmış gibi
yazılır, denilirse cevab şudur: Hadisin zahirine göre bu kadına sevap yoktur.
Aralarındaki farka gelince, hasla o namazları devam niyeti ile kılardı ve
kılmaya da ehil idi. Hayızlının hali öyle değildir. Onun niyeti hayız zamanında
namazını terketmektir. Hem nasıl terkelmesin ki? O halde namaz kılmak kendisine
zaten haramdır."[Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi. I, 350-352.]
Mevzuumuzu teşkil eden
hadisi şerif, imanın ziyade ve noksan kabul ettiğine, yani mü'minden mümine
farklı olduğuna delâlet etmektedir. Ancak yukarıda açıkladığımız bu farklılık,
kemmiyet (nicelik) bakımından değil, keyfiyet (nitelik) bakımındandır. İslam
alimleri "İman ziyadelik ve noksanlık kabul eder mi?" sorusuna cevap
aramışlar ve bu hususta çeşitli görüşler ortaya koymuşlardır.
İman mefhumu üzerinde,
farklı kanaatlere sahip olan İslam alimleri, aynı zamanda da, iman artar mı
eksilir mi? sorusuna cevap aramışlardır. Hakikatte bu soru imanın tasdik mi
veya tasdikle beraber ikrar mı yahut da tasdik ve ikrarla beraber amel mi
olduğu şeklindeki ihtilafın neticesidir.
Çünkü imanı, tek bir
haslet olarak nitelendiren, onu sadece kalbin tasdiki, sadece dilin ikrarı
veya hem kalbin dasdiki hem de dilin ikrarı diye tarif edenler, imanın artmasının
ve eksilmesinin sözkonusu edilemeyeceğini söylemişler, ameli imanın bîr
parçası olarak kabul edenler ise imanda artma ve eksilmenin olabileceğini iddia
etmişlerdir. İmanın artmasının ve eksilmesinin mümkün olmadığı görünüşünü Ebu
Hanife (v. 150/767) ile ona tabi olan Hanefiler, Matüridi kalemcıları,
Eş'arilerden el-Cüveynî (v.478/1085) ile bazı Eş'ari kelâmcılan ileri
sürmüşlerdir.
İmanın hem artıp hem de
eksilebileceğini söyleyenler arasında Eş'ari-lerin çoğunluğu ile başla
Mu'tezile kelâmcılan olmak üzere diğer kelamcılar, selef, müteahhir selef
alimlerinden İbn Teymiyye (v. 728/1328) ile Zahirilerden İbn Hazm (v. 456/1064)
vardır. İmam el-Buhari de (v. 256/870) aym görüştedir.
İmanda Artma Ve
Eksilmeyi Reddedenler
İmanın artma ve
eksilmesini kabul etmeyen hanefi alimlerinden "Ali el-Kari (v. 1014/1606),
İmam Ebu Hanife'nin "el-Fıkhu'I-Ekber" adlı akaid risalesine yazdığı
şerhte, bu mevzuya geniş yer ayırır. Ona göre iman, mü'minen bih (iman edilen
şeyler) açısından artmaz, eksilmez. Çünkü tasdik gerçekleşmemiş olursa zan ve
tereddüt ifade eder. Zan da itikadi konularda delil olmaz. İmam, Ebu Hanife'ye
göre ise imanın artması, inanılacak hususların artması ile mümkün olur. Bu
durum ise Hz. Nebiin zamanından başka zamanlarda düşünülmez. Zira o devirde
miislümanlar önce Allah'ın varlığına inandılar, sonraları ayetler indikçe diğer
hususlara da iman ettiler. İşte imanın artması diye yapılan tevil bu olsa
gerekir.
İmanın artmadığına ve
eksilmediğine dair imanı Ebu Hanife "el-Vasiyye" adlı risalesinde şu
mantıklı izahı yapar: "İman artmaz, eksilmez. Çünkü imanın artması ancak
küfrün noksanlaşması ile, imanın eksilmesi de ancak küfrün artması ile
düşünülebilir. Bir şahsın aynı anda hem mü'min hem de kâfir olması batıl bir
düşünce şeklidir."
Bu açıklamalardan
anlaşılacağı gibi imanın kemiyyet olarak, yani tasdik edilen şeylerin ve
tasdikin hakikati itibariyle artması ve eksilmesinin imkansız olduğu
anlaşılmaktadır. Zira iman esaslarından birini kabul etmeme durumunda, iman
gerçekleşmemektedir. Fakat imanın keyfiyyet olarak yani kuvvetli, zayıf ve
kamil olması, ifade ettiği yakîn derecelerinin "ilme'l-yakîn,
hakka'l-yakîn" gibi değişik olması neticesi farklılık arzettiği bir
gerçektir. Ali el-Kari'nin (v. 1014/1606) dediği gibi inananların imanlarının
farklı oluşu, aynı varlığa bakan değişik gözlerin o varlık hakkındaki
görüşlerinin farklı oluşu gibidir.
İman, yakîn ifade etme
yönüyle de farklılık gösterir. Çünkü yakın ehlinin derecelen muhteliftir.
"Ayne'l-yakîn" mertebesi "ilme'l-yakîn" mertebesinden üstün
olduğundan, görerek inanan kişinin imanı, düşünerek ve haber alarak bilgi
edinen ve bu bilgi ile iman eden kişinin imanından daha kuvvetlidir. Bunun
içindir ki, Hz. İbrahim (a.s.) Ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini
Allah'tan istemiştir. Ayet-i kerimede buyurulduğu gibi Allah Teâla'mn:
"İnanmadın mı?" sorusuna Hz. İbrahim: "(Gözümle de görerek)
kalbim mutmain olsun diye"[Bk. Bakara 260] cevabını vermiştir. Aynca
"Haber gözle görmeye benzemez."[Bk. Ahmed b. Hanbel, I. 215: Âclûni,
Keşfü'1-Hafa, II, 168.] Yine güneşin doğuşunu tasdik etmekle, ahirete ait bir
esası tasdik etmek arasında da fark olduğu aşikardır. Görüldüğü gibi, iman
kuvvet ve zayıf olma yönünden artmakta ve eksilmektedir.
Ameller, insandan bir
parça kabul edilecek olursa, imanın artması ve eksilmesi düşünülebilir. Eğer
tasdik manasında ele alınırsa iman bu durumda artmaz, eksilmez. Bu şuna
benzer: İnsan başıyla artar denilemez. Çünkü baş, insanın parçasıdır. Onsuz
insan düşünülemez. Fakat sakalın uzamasıyla artar denilebilir. Çünkü sakal,
insan için bir rükün değildir. Yine namaz rükû ve secde ile artar denilemez.
Çünkü bunlar namazın as-lındandır. Ama namazın sevabı, sünnetle artar,
denilebilir.
İmanın ziyadeleşmesi,
sözüyle kalpte meydana gelen aydınlığın ve nurun, yani imanın semerelerinin
artması da kasdedilmiş olabilir. Nitekim iki ayrı kişinin imanının kalpteki
pırıltısının farklı oluşu, aynı cins iki ağacın meyvelerinin farklı oluşu
gibidir....
İmanın artmasının ve
eksilmesinin imkânsızlığını söyleyenlerce Kur'ân-ı Kerim'deki "Bir sûre
indirildiği zaman, içlerinden kimisi ,Bu (sûre) hangimizin imanını arttırdı?
derler. İman etmiş olanlara gelince, (her inen sûre) daima onların imanını
artırmıştır."[Tevbe 124] "O müminlerin yüreklerine imanlarını
katmerli bir iman ile artırmaları için kuvvet indirendir"[Feth 4]
mealindeki ayetler imanın kuvveti ile te'vil edilmiştir.[Bk. Kılavuz Ahmed
Saim, İman-Küfür Sınırı, 46-48.]